17 Ocak 2009 Cumartesi

UNUTULMAYAN ÖĞRETMEN


O, Özel Yetenek Sınavı için kurs arkadaşlarından bir kaçıyla başka bir ildeki üniversiteye gitmeye karar verir. Bir çoğunu yeni ama içlerinden bir tanesini iki yıldır tanıyordur.
Sınav için gerekli kayıtları yaptırmadan önce iki yıldır tanıdığı ve her anlamda destek olmaya çalıştığı arkadaşı, babası ve kendi babası olmak üzere Fatih Parkı’nda buluşurlar. Arkadaşının babası “size çok güveniyorum, siz sınav için o şehre gitmezseniz bende kızımı sınava yollamayacağım” der. Uzun uzun düşünür iki arkadaş. Sınav kaydımızı nasıl yaparız, nerde kalırız, kazanırsak orda okuyabilir miyiz? Diye… Gitmeye karar verirler, hayaller kurarlar sınavı kazanırsak aynı evi paylaşırız…
Sınav kayıtlarını O’nun, kız kardeşinin üniversiteden arkadaşı olan ve o şehirde yaşayan öğretmen bir ailenin kızı yapacaktır…Kayıt için gerekli evraklar hazırlanır ve gönderilir. İki üç gün sonra haber gelir; “kaydınız yapıldı, kayıt numaralarınız arka arkaya” diye.
Sınava 3 gün kala kurs arkadaşları grupça yola çıkar, O ise kız kardeşiyle sınavdan bir gün önce… Onları karşılayan kız kardeşinin üniversiteli arkadaşı ve öğretmen ailesi olur; “Kesinlikle bizde kalacaksınız, sınava sizi biz getireceğiz” diyerek. Sınav üniversite yerleşkesindedir. Yerleşke ise şehre 15 km uzaklıkta.
O, yerleşkeye vardığında arkadaşlarını o ildeki kursları dolaşmış, sınav için kulak dolgunluğuna vakıf olmuş, özgüven içinde sınav anını beklerken bulur. O, herkesin kendinden emin tavrına karşı biraz tedirginlik duyar. Bu tedirginliği sezinleyen ve ona evini açan, O’nu sınava yetiştiren öğretmen Mehmet, “endişelenme jüri Marmara Üniversitesi’nden geliyor” der.
Sınava az kalmıştır, listelere bakılır yerler tespit edilir ve anons duyulur ilk aşama için. Sınav salonuna girdiklerinde model tam karşılarında hazırdır bile… Sınavınız başladı diyen ses duyulur. O, bulunduğu sınıftakilerin çizimlerine göz ucuyla bakarak desenini teslim eder sınav bitti dendiğinde.
Kurs arkadaşlarıyla yeniden buluşurlar, geçmiş olsun dilekleri ve hayırlı olsun temennileri dökülür dudaklardan. Sınav sonucunun ne zaman açıklanacağı çok net değildir. Ama en geç akşam açıklanacaktır. O, akşam açıklanacak sınav sonucunu iletmesi için kurs arkadaşlarından birine telefon numarasını bırakır. Kaydını birlikte yaptırdığı arkadaşındaysa zaten telefon numarası vardır. Kendisi ise öğretmen aileyle eve dönmeye karar verir, yol yorgunluğunu atmak üzere… İkinci eleme sınavı meşguldür aklı hep. Gözüyse hep telefonuyla…
Akşam saatlerinde beklenen telefon gelir. Konuştuğu 2 yıldır tanıdığı arkadaşı, babasının O’na emanet ettiği ve kaydını birlikte yaptırdığı arkadaşıdır. Beklediği sonucu söylemez arkadaşı. Kazanamadın der. Tarifi imkansız hayal kırıklığı içindedir, “çok emindim olamaz bu” der. Kendini toparlayıp “sen ne yaptın kazandın mı?” der. “Evet bir tek ben kazandım bizim kurstan bir de Trabzon’dan başka kurstan bir arkadaş başka kazanan Trabzon’ lu yok” der telefondaki ses. Arkadaşını tebrik eder ve başarı dileyerek kapanan telefonla bu sayfayı da kapatır.
Sınav kaydını yapan ve ona o şehirde evini açan ailenin reisi öğretmen Mehmet Çil “ nasıl bu kadar sakin bunu kabul ediyorsun ben bile kabul edemezken, sen nasıl kendinden bu kadar eminken, arkadaşına güvenip bir telefonla bu sayfayı kapatıyorsun, gidip kendi gözlerimizle bakalım” der. “Bu yola birlikte çıktığım arkadaşım, güvenimi sarsmaz. Neden yapsın ki? Gereksiz yere sizi 15 km (üniversite 15 km uzaklıktaydı onların evine) yormayayım, netice belli gitmeye gerek yok”der.
Ertesi gün ise şehirden ayrılma planları yapar. Saat 12.oo’da tam otobüse binecekken diğer arkadaşından gelen telefonla hayrete düşer “Nerdesin sınava alınıyor herkes?” der arkadaşı.
- Kazanamadım ki…
- Hayır hayır kazandın, listeye baktım ve isminde anons edildi, çabuk gel sınav 12.30’da.
Hemen evlerini O’na açan öğretmen aileyi arar. Öğretmen Mehmet Bey Vali ile toplantıdadır. Ancak “çok önemli bir mesele çıktı” diyerek validen izin alarak toplantıyı yarıda keser... O’nu yoldan alır... İlerleyen zaman karşı okula doğru hızla ilerlerler. Herkes çoktan sınava girmiştir bile.
Telefonla kazandığını müjdeleyen arkadaşını arar, “geliyorum ama beni sınava alacaklar mı, sınav komisyonunu nerde bulacağım, durumu nasıl anlatacağım?”
Bin bir endişeyle listeye bakar sınav salonunu bulmak üzere ancak gözlerine engel olamaz listelere bakarken, “kazanamadın” diyen arkadaşımın hemen üstündedir adı kazananlar listesinde, üstelik liste sesli okunarak da duyurulmuştur. …
Sınava geç de olsa alınacağını öğrenince bir nebze rahatlayan yüreği listeden sınav salonunu bulur, gözetmene durumu yeniden izah eder ve ekler kendisine ek zaman verilebileceğini söylemiştir yetkililerden biri. Ancak gözetmen fazladan süre veremeyiz, 15 dakika sonra model kalkacak, ikinci konu verilecek, çabuk ol der. Tam yerine geçecekken çizim için gerekli çizim tahtasının olmadığını fark eder. Hemen koridora çıkar, 4. kattadır, rastladığı ilk kişiye çizim için duralit nerde bulabilirim der, cevapsa aşağılara in bak olur. Aşağıya inmeye yeltenirken spor giyimli ve gözlüklü bir beye rastlar, sorun ne der.
- Duralitim yok ve ben sınava çok geç kaldım.
- Sen hemen yerine geç ben iner alırım
İnanamaz, Gelip beni bulabilecek miydi, sahi bakacak mıydı ki düşünceleri ile yerime geçer. İki dakika geçmeden o bey duraliti eline vermiştir bile. Hemen çizime başlar ama göz bebekleri bir denizin ortasındaymış gibi su içindedir. Sanki model buzlu camın arkasındadır. Modele baktığı her anı gözleriyle fotoğraflar. Süre bitmeden desenini yerleştirmiş, dondurduğu her an içinde son çizgilerini atmıştır bile. İkinci konu verilmiştir, kısa bir aradan sonra. Gözü iki sıra önüne ilişir, kazanamadın diyen arkadaşını görür, arkadaşı da O’nu… Konuyu düşünür sonra O, düşüncesindeki kurguyu kağıdına aktarırken arkadaşının kompozisyonuna takılır aklı, acaba konuyu anladı mı konuyu yanlış ele alıyordu çünkü. Elinden gelse uyaracaktır ama gözetmenler göz açtırtmaz.
Sınav biter…Eve doğru yol alır, yol boyunca içinden O’nu sınava yetiştiren ve öyle önemli bir toplantıyı kesen, ilk kez hız limitini aşan Mehmet Öğretmene ve O’na duraliti nefes nefese getiren, 4 kat merdiveni inip çıkan o adama dua eder. Muhtemelen müstahdemlerden biridir o adam, der.
Akşam olur. Sonuçların açıklandığı haberi gelir onu yoldan döndürüp ikinci aşama sınavına girmesini sağlayan arkadaşından. “Kazandın.” Ama ne inanıyor ne de sevinebiliyordu. Mehmet Öğretmen bu sefer kendi gözlerimizle gidip bakacağız böyle olmaz diyerek üniversitenin yolunu tutarlar. Listelere kendi gözleriyle bakar , kazanmıştır üstelik de ilkler arasındadır listede adı. Ailesini arar, mutluluğunu paylaşır…
Okul bir haftaya başlayacaktır , kayıtlarsa iki gün
Sınav kaydını yapan ve onu sınava yetiştiren, Öğretmen aile ile okul kaydını da yapar. Artık derslerini ve hocalarını öğrenmek için bölümüne doğru yola koyulur… Bölüm içinde gezerken hocaların isimlerine bakar elindeki ders programı ile birlikte. Kapı isimliğinde Yrd Doç. E.Y yazısını okur, açık kapıdan içeri baktığında şaşkınlığını gizleyemez. Gördüğüme inanamaz. İçerde oturan, O’nun müstahdem zannettiği, duraliti getiren Yrd. Doç. E.Y’dir. Hem Bölüm Başkan Yardımcısı hem de Temel Sanat Eğitimi Dersi’ne girecek hocasıdır meğerse.



Yasemin AKTAŞ, Kasım 2008

Sokak … Sokak …

Yoksul ve yoksun gelir dünyaya. Beyaz, bembeyaz bir perdeye düşer gölgesi… Yoksulluğu, yoksunluğu armağan eder ona… O, yoksunluğunu varsıl bir dünyaya çevirmenin peşindedir. Beyaz, bembeyaz bir perdeye düşen gölgesi de onun peşinde…
Böylelikle bir gölge oyunu başlar hayatında! Yoksul ve yoksun bir hayal oyunudur bu. Yegâne gayesi hayata tutunmak olan bir oyun. Bir umut örüntüsüdür bu oyun gölge düşen yaşamına. Işıklı yarınlara, ışıklı gecelerde kurgu sunan bir oyun. Her güne ve gün sonuna düşülen bir düş “gün sönsün, geceye dönsün, dönsün ama umut bitmesin, umut sönmesin” diye, umut kurgulu bir düş…
Gün söner, gece düşer koynuna. Işık düşer üzerine, alaz düşer yüreğine. Bilir yalnızlığını, bilir yalnız konulmadığını ısıtırken yüreğini yalaz aydınlığında…
Serilir gölgesinin üzerine sokak lambasının huzmesinde. Üzerine konuşlandığı gazetede bir satır ilişir gözüne “Edison lambayı bulduğunda ilk olarak bir sokağı aydınlattı ve sonra da insanlara tanıttı. O andan itibaren de sokakları aydınlatır sokak lambaları…” diye.
Sokak lambası! Diye kımıldar acıyan dudakları. Sokak çocuğu, diye tırmalanır kulakları!
Sokak çocuğu!
Yoksul ve yoksun bir dünyada, adından bile yoksun!
Adın bile yok senin! Kendi sesiyle doğrulur. Yerden kalkan bedeni ışıklı yüreğini saklar. Işığa verir sırtını…
Elini kaldırır, eli kalkar…
“Gün ağarana dek seninleyim” der! Sırtını verdiği sokak lambası huzmesinde önüne düşen gölgesi…
Yeni bir gölge oyunu başlar ve biz unuturuz sahnemizi!
Hiç bitmeyecek sanırız ama belki anımsarız, bir çocuğun yaşamında bir sokak lambası kadar ışık olabilmeyi! Ömer Hayyam’ın bir rubaisi ile
“Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer
Bittimi oyun, sandıktayız hepimiz.”


Yasemin AKTAŞ, Eylül 2008

Zordur Karayoluyla Karadeniz’e varmak!

Zordur Karayoluyla Karadeniz’e varmak!

Zordur kara yoluyla Karadeniz’e varmak; kıvrıla kıvrıla uzayan yollarda uzar hayalleriniz, özlemleriniz, hasretleriniz, beklentileriniz, görsel zenginlik karşısındaki doyumsuzluğunuz...

8 yıldır yapmadığım bir şey yaparak, İstanbul'dan Trabzon’ a maksatlı olarak bir çok kişi gibi “yeni tünelleri görelim” diyerek otobüsle dönüşü seçtim. Hep içinde olduğumuz, içinde soluk aldığımız, o eşsiz zenginliğimiz Karadeniz’e dıştan yeniden kavuşacak olmanın taze heyecanı yüreğimde…

Daha otobüse biner binmez bu heyecan kuvvetle konuşlandı yüreğime. Konuşlandı ama konuk kaldı! Buruk bir özlem, garip bir serzeniş, acıtan bir hayal kırıklığı ile komşu, bir çok duyguyla konuk, sarmal bir heyecan!

Yol boyu Anadolu’ya varacak olmanın mutluğu yüreğimde henüz tazeyken geçtik Anadolu’nun eşsiz güzellikteki illerinden. Bir çok renk bir çok imge, bir çok fotoğraf “iz” taşıdı dimağıma…


Dimağımı yokladım önce şöyle bir, yeşil Karadeniz’in yemyeşil bir cümbüşe dönüşen yolunu anımsadım… Sonra ise bir yeşilden bir yeşile geçerken yüreğime serpiştirdiği yaşama dair yeşil umutları, hayalleri, idealleri…

Yol alıyorduk “Yeşil Karadeniz”e doğru… Neler geçmiyor ki aklımdan!

“Yolculuk esas şimdi haz verecek” diyordum kendime, bir yeşilden bir yeşile geçerken…

Ama çok geçmeden anlıyorum ki işgale uğrayacakmış dimağım! Zindan karası tüneller oyulacakmış meğer yeşil düşlerime…

Artık Karadeniz’e varmak kara, kapkara tünellerle hissedilmeden olacakmış meğer… Yemyeşil ilçelerin içine kara tüneller işlenmiş meğer yavaşça “hız”lı bir gayeyle!

İlçelerden kıvrıla kıvrıla yol aldığımız, gözümüzde demlediğimiz her dem yeşil bulduğumuz Karadeniz’e artık içerilerden kara bir tav ile varmak zorundaymışız meğer… “Hız” lı ama “iz” siz.

Karadeniz’e dair hiçbir iz taşımayan bu tünellerden, hiçbir iz alamayan yüreklerle, Karadeniz’in kara yazgısına doğru yol alırken “iki tünel arası bir huzme ışık” dileyecekmişiz meğer…

İki tünel arası bir huzme ışık!

Ajanslar not düşse de bu yol ile elde edilen karı, dinmez artık Karadeniz’in, Karadenizli’ nin efkarı!

Tünellerle derin oyulan yüreğinizden derinden bir ses yükselir artık;

Karadeniz’in Karası’na kapkara varılacaktır artık! Diye.

Kışın bile sizi yeşil karşılamak için yapraklarını her dem yeşil saklayan Karayemiş’e(Taflan’a) haksızlık değil midir bu!

Tek yol bumuydu sizce!

Yeşile kara çalmak mı!

Zor muydu Karadeniz’e Karayoluyla varmak!



Yasemin AKTAŞ, Eylül 2008

GALİF


“Hayalin hayalle tasarısı”

Hayalin düşünceye , düşüncenin sanata döndüğü ilk tasarıdır, galif… Çocukça ama devasa …
Yaparken yapılanan, kurarken kurgulanan hayali tasarlarken gerçek bir inşadır; “bir hayali kurgulamak”

Kaçımızın dimağında yoktur ki bu tümceler; “Gel, galif oynayalım – Gel, galif yapalım.”
Çocukça bir masal, çocukça bir hayal ama devasa bir paylaşıma birlikte imza atma davetidir “gel” ile başlayan bu tümceler.
Birlikte tasarlamak, düşünmek, inşa etmek! Birlikte, beraber “biz” duygusuna temel bir tasarıdır bu davet.

“Beraber.”

Her şey bu kelimede gizlidir.

Tüm acabaları, korkuları, erinmeleri yenerek fütursuz bir gayretle hayalleri birleştirmektir bu giz. Beraber karar vermek, beraber yola çıkmaktır.

“Beraber”

Beraber emeklemek, beraber adım atmak, birlikte başarmaktır. Bir’likte çok olmaktır.

Hayalini koymaktır bir hayalin altına. Hatta elini koymaktır bir hayalin altına. Taban ya da tavan olmaktır; hayale, kurguya, inşaya. Elini koymaktır taşın altına…

Yaslamaktır hayali hayale, düşünceyi düşünceye. Bir’ken iki olmaktır; iki iken bir olmaktır. Bir’den “birlik” olmaktır.

Hiç’i var, var’ları güç yapmaktır. Güce hayran kalmaktır. Hayata yapılan en büyük müdahale, aşılan en büyük merhaledir galif.

Her şey bir hayal, bir kurgudur oysa. Zihinde tasarlanan, gerçekleşmesi düşlenen, düşünceden maharete dönüşen bir gerçektir galif yapmak.

İnsan eli değer değmez vücut bulan, şekillenen, alın terine dönüşen bir emektir galif yapmak. Umuda uzanmaktır, ermektir enginlere.

Büyütmeye çalışmaktır. Büyümeye başlamaktır.

Öyleyse! Yıkmayalım galifleri, kırmayalım umutları!

Kim büyüyebilir ki; hayaller küçülürken …

“Gelin galif yapalım”



Yasemin AKTAŞ, Temmuz 2008

KAPI

EŞİĞE YAKIN YERDEN AŞINIR KAPILAR

"İki çocuk rahatlıkla sığdığımız kapının eşiğine
Kendi başıma zor sığıyorum bugün
İnsan büyüdükçe yalnız mı kalıyor ne?"
Sunay AKIN

Aralık bir kapı görmeyiversin kediler, hemen eşiğini atlar, sessiz bir tavır ve usulca bir gayretle süzülüverirler içeriye doğru, şefkate muhtaç olduklarında… Ama çoğu zaman bu şefkate süzülüş yüzünden yanlış anlaşılır daha ilk miyavlamalarında, çarçabuk bir azarla kapı dışarı ediliverirler, eşiğini atladıkları kapıdan…

Bu süzülüşteki tek maksat minnetleridir oysa kapısında büyüdükleri eşikten kapı dışarı edilirlerken düşünülmez bile, bu süzülüşte saklı olan minnetleri! Sunmaya hasret kaldıkları minnetleri!

Kapılar!

Ya bu minnete hasret kalan kapılar!

Unutulmuşluklarını rüzgâra bırakan kapılar!

Hazin bir gıcırtı ve inlemeyle vefaya hasret kalan kapılar!

Minnetini göstermek isteyen kedilerin, kapı dışarı edildikleri andaki miyav sesini taklit eder gibi menteşeleriyle inleyen kapılar…

Bizler!

Önce kapı açarız, kapı komşumuza. Kapısında büyüdüğümüz eşiklere, kapı yoldaşı oluruz yaşamdan anları ortak paylaşırken. Eşikler aşındırırız, muradımıza nail olmak isterken… Sonra tüm bu eşikleri bir bir terk edeceğimiz aklımızın ucundan bile geçmez. Oysa “son eşik” son kapıda bile vefasızlık sunduğumuz kapıların, vefasına muhtaçken…

Şimdi, eşiği aşılmayan hatta hiç aşınmayan kapılar değimliydi bize vefayı öğreten! Önce tek eşikten geçip, dededen nineye, nineden toruna, tek çatı altındaki hanemizin eşiğini yani kendi eşiğimizi; sonraysa kapısında büyüdüğümüz eşikleri bir bir atladık! Terk ettik!

Vefayı kapı dışarı ettik!

Yaşamımıza kapı açan tüm bu kapılara sırtımızı dönüp, vefasızlığı sunarken bizler, duymaz oluruz unutulmuşluklarını rüzgârın uğultusuna bırakan kapıların hazin inlemesini. İnce bir sitemdir bu aslında, bir zamanlar kapısını aşındırdığımız eşiklerden yükselen.

Eşik neleri, nasıl içli anlatır ki kapısı böylesi serzenişten dile gelir zamanla ince bir sitemle, içli bir niyazla…


Hiç düşündünüz mü ki neden inler kapılar böyle ve neden eşiğe en yakın yerden çürümeye başlar! Eşiği aşınmadığı için…

Eşiğe yakın yerden aşınır kapılar…

İnsan büyüdükçe yalnız mı bırakıyor ne?






Yasemin AKTAŞ
2008